Çikolatanın Ana Vatanı : Belçika (KISIM 2)

Herkese merhabalar! Önümüzdeki hafta çıkacağımız Alsace gezisi ardından bir gezi yazısı yazmamızla beraber ne yazık ki noktalanacak bu blog. Beni özler misiniz bilmem ama ben sizi özleyeceğim, o yüzden güzel bir kapanış yapayım dedim. O zaman ilk önce kaldığımız otelden bahsedeyim biraz sizlere, söz vermiştim hatırlıyorum 😇

B&B Bonifacius Exclusive Guesthouse, adını hemen yanında bulunduğu Bonifacius Köprüsü'nden alan bir konak. Eskiden bitişiğindeki konakla birleşik olarak Belçika Baronu'na ait olan bu alan, eski havasıyla ve etrafını saran sarmaşıklarıyla bir ayrı güzel. Tabi terasından rahatça görünen Our Lady (Notre Dame, ya da başka bir deyişle, Meryem Ana) katedrali de hoş bir detay :)

Çok dost canlısı olan otel sahibi hanımfendi bizi kanal manzaralı ufak kahvaltı salonuna alıp, harita üzerinde bir sürü mekan tavsiye ettikten sonra ettiğimiz hararetli sohbette ona In Brugge filminde Collin Farrell'ın atladığı çan kulesini sorduk ve ne öğrendik dersiniz? Filmin çekimleri sırasında bir hafta burada kalmışlar ve aşık olduğum (abartmıyorum) film serisi Harry Potter'ın Voldemort'u olmanın yanı sıra bir sürü filmde rol almış karizmatik ve başarılı oyuncu Ralph Fiennes'ın da odamızda kaldığını öğrenince krizlere girdim tabi 😅  Sonra yatağımıza atlayıp bol bol sarıldım desem yalan olmaz 😏  Odamız için Booking.com 'da 31 metre kare diyordu fakat oda çok daha büyük geldi, çalışma masası, duş, hidromasajlı küvet ve küçük bir odada tuvaleti bulunan bir banyosu vardı. Paskalya günü geldiğimiz için odadaki kırık kanepeyi tamir edecek tamirci bulamamışlar ama sorun değil bence. Odada bir başka hoşuma giden ise her odanın ayrı bir karekteri varmışçasına dekore etmişler (boşaltılmış bir odada bizzat gördüm, zaten konak gibi olduğundan çok odası yok) ve eski havasını korumakla beraber çeşitli sanatsal objelerle de süslenerek sarayda kalmış hissi yarattı. Suite Aubusson'daki 2 gecelik konaklamamız mükemmel bir deneyimdi, tek rahatsız eden tarafı, öğleden sonra diğer konukların yaptığı sesler bizim odadan da duyuluyordu. Yine de 2 gün için 490 euro artı müthiş bir kahvaltı ve minibardaki ücretsiz içecekler bana emsalsiz bir fırsat gibi geldi.

O zaman kahvaltıdan da bahsedeyim biraz! Görevli hanım ve otelin sahibi olan hanım size her şeyi temin ediyor. İlk önce bir meyve tabağı ve taze sıkılmış portakal suyuyla başlıyorsunuz. Ardından metalik raflı tepsilerde (kesin bir adları varsa bilmiyorum) nutella, La Vache Qui Rit krem peynir, reçel, çıtır çıtır ekmek gibi ihtiyaçlarınızı karşılamak için size sunuluyor. Bu arada seçeneklerden istediğiniz bir içeceği de getiriyor, çok da cömert davranıyorlar doğrusu, bir termos sıcak çikolata çoğu insan için yeter de artar bile, ayrıca daha da isteyip istemediğinizi soruyorlar. Sonrasında yumurtanızı nasıl istediğiniz soruluyor: kızarmış, çırpılmış, domatesli, peynirli, baconlı... Ve bunların hepsi çok lezzetli. Sanırım kahvaltının devamı da var da hiç test edemedik iki gün de hemen doyduğumuz için.







Doğrusu Belçika'yı mimari açıdan çok beğensem de, bir önceki yazımda attığım başlığın nedenini açıklayayım: Belçika çok iyi bir PR ekibiyle bu kadar turist alıyor bence, başka açıklama göremiyorum. Yemek anlamında başarılılar, mimarisi de güzel olan bir sürü yer var da, bir kere saat dokuzdan sonra sokakta kimse kalmıyor, o kadar tenha oluyor ki, tek başınıza yürürken istemsize arkanıza bakıp duruyorsunuz (ama tabi, orası medeni). Şu yaşta ilgilendiğimden değil de, dikkatimi çektiğinden, hiç gece hayatı gibi bir şeye rastlamadım Brüj'de. Bir de Brüksel'deki şu çok ünlü Manneken Pis var ya, hani şu işeyen çocuk heykeli, minnacık bir şey. Bir ara sokağın köşesinde, sözüm ona işerken fışkırttığı suyla küçük bir beşeri çeşme. Zaten fotoğraftaki keyifsizliğimden de anlamışsınızdır ne kadar etkilendiğimi (!).



Brüksel'de güzel şeyler de var tabi ki. Havaalanı orada olduğu için erkenden gelip, gezme imkanımız olsun istemiştim ama valiz meselesini unutmuştum. Annem de bütün gün valiz taşıyacağı düşüncesiyle biraz sinir oldu ama sonra çareyi bulduk: Hop on Hop off Otobüsleri. Böylelikle hem normalde valizle içine giremeyeceğimiz yerleri bir saatte görmüş olduk hem de valizleri oradan oraya taşımamız gerekmedi. İndikten sonra da, broşürde de indirim kuponunu gördüğümüz  (şuraya bir fırsatçı Duru emojisi lazım ya 😀 ) ve ProntoTour'un da internet sitesinde tavsiye ettiği mekanlardan biri olan, ünlü meydana çok yakın Chez Leon'a yürüdük. Makul fiyatlı ve kendi tabirleriyle "Brüksel'deki en Belçikalı restoran" tabi başlangıç seviyesi Fransızcamla yanlış anlamış da olabilirim 😁 Burada, Belçika yemeklerinde rastladığımız genel bir problem olarak etin yine çoğunluğu sertti, bazı kısımlarını yiyemedim. Annem ise midye söyledi, zaten çok güzel görünüyordu, tadı da öyleymiş, mutlulukla yedi. Yine açtık ve servis yavaştı ama kalabalıktandır diyelim, yemek güzel diye çok sorun etmedik, affettik :)  Sonrasında Waffle'larımızı söyledik ve gerçekten tıpkı duyduğumuz Belçika usulü waffle gibiydi: hamuru gevrek, çıtır waffle ve çikolata sosu da çikolatası yoğun olduğundan hafif ekşi. Dondurmasıyla da beraber hakikaten geleneksel bir lezzetti. Ama waffle'ınızı daha tatlı ve Türkiye'de alıştığınız biçimde tercih ederseniz, Brüj'de, bir ara Kemal Usta'nın "Loliwaffle" olarak denediği şişte waffle Go.Fre'de var, yine kısıtlı olsa da Loliwaffle'a göre daha çeşitli. Bir de hızlı ilerlese de haklı bir kuyruk var. Soslar çok şekerli olduğundan bazılarınıza ağır gelebilir (mesela annem o yüzden bitirmekte zorlandı) fakat yine tatlı açlığı çeken ben çilekli çikolata sosu ve küçük top şeklindeki çikolatalarla süslenmiş waffle'ımı afiyetle yedim, yolunuz düşerse sizin de öyle olur umarım :)




 Şu estetik fotoğraf işini çabuk halletsem de waffle'a dalsam diye hayaller kuran ben...
Sert etimden kanlar sızıyor (kesince gölet gibi oldu). Patatesler biraz tuzla güzelleşti.












(Altta, beğenmediğim restoran)

Son olarak, Brüj'de Markt meydanında yeşil tenteli bitişik nizam restoranları tavsiye etmem. Beklentim düşük olarak iki tanesini mecburi denedim, biraz uyduruklar ama İtalyan temalı olanlardan birinin spaghetti napoliteni fena değildi, yine de siz zorunda kalmadıkça gitmeyin, Belçika'dasınız sonuçta ne yapacaksınız İtalya'yı :)  Şaka bir yana, oraları neden yetersiz bulduğum hakkında detaya girersem bu yazı bitmez 😅  Sonraki yazım ise iyice proje kıvamında olacağından, size vedalarımı buradan sunuyorum. Bu kısa sürede tek taraflı bir etkileşimde olsak da ben sizi çok sevdim, bu fırsat için de (yalakalık gibi olmasın çünkü samimiyetimle söylüyorum) Türkçe öğretmenim Didem Tekin'e teşekkür ederim. Ve size hayatınızda başarı falan dilemiyorum. Mutluluk diliyorum, çünkü makine değilsiniz, duygularınız var ve hata yaparsınız. O yüzden şu söz aklınızın bir köşesinde bulunsun: Mükemmel olmak için değil, mutlu olmak için doğdum!


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Asya'dan Dünyaya Açılan Lezzet: Suşi

700 Gr Mutluluk ve Daha Fazlası

Çarlara Layık Charbroiled Burger